Monday, December 27, 2010
Monday, December 13, 2010
Saturday, December 11, 2010
Thursday, December 9, 2010
Wednesday, December 8, 2010
Tuesday, December 7, 2010
la vanta kok la
Monday, December 6, 2010
Friday, December 3, 2010
Friday, November 19, 2010
Saturday, November 13, 2010
Tuesday, October 12, 2010
Thursday, October 7, 2010
Tuesday, October 5, 2010
Monday, October 4, 2010
Wednesday, September 29, 2010
Wednesday, September 15, 2010
Sunday, September 12, 2010
Saturday, September 11, 2010
Wednesday, September 8, 2010
neyse ne
Her zamanki gibi toparladım çantamı. Her zamanki gibi ne olacağını bilmediğim bir tesadüften medet umarak. Bildiklerimin dışında herhangi bir şey ile karşılaşmak ve şaşırmak istiyordum yine. Bildiğim, öğrenmiş olduğum ne varsa adına “gerçekler” denen, hayatı yaşanılmaz kılmak için yazılmış maddelerden oluşan bir kitap sanki. Zaman içinde bilmemeyi, unutmayı da öğrendim. İsteyerek yaptım bunu. Hayatın bildiğimden, o kitaptan farklı olduğunu ispat etmek için safca yola düştüm kaç kere. Fakat her seferinde başladığım noktadaydım. Aynı dersleri kitabın aynı yerinden okumak zorunda kaldım. Misafir misali bu dünyada umduğumuzu değil de bulduğumuzu yemek zorundayız sanki. Yememeyi tercih edebilenlerdenim. Umduklarımın neler olduğunu çok hatırlamasam da, içimde biri, “bir şey” gizli bir diyarda umutla mutluluk özlemiyle yaşıyor. Bana sorarsanız mutlu da. Tahminimce bir masal perisi bu. Ya da ilham perisi. Adına ne derseniz deyin. Bazen arkadaşlarıyla panayır kurup dans ediyorlar, sarhoşlukla söyledikleri şarkılar yankılanıyor içimde. Özellikle onun sesini çok net duyuyorum: “benden kurtulamazsın” diyor, “ben senim sen de ben”.
Belki bu yüzden toparlıyorum çantamı yine. Sanki bilmediğim bir yere, bilmediğim insanların arasına gidecekmişim gibi. Halbuki bineceğim minibüsü de sokaktan geçen adamı da, karmakarışık birbirine girmiş binaları da, kime nasıl davranacağım zaman nasıl tepki alacağımı da, neyi istediğimi, neye üzüldüğümü, her şeyi biliyorum. Toparlanmaya çalışıyorum. Evde huzursuz voltalar atıyorum bir süre. Sonra neden bilmem, kendimi kanepenin üstüne atıyorum boylu boyunca. Kanepe, salondaki büyük pencerenin tam karşısında. Bu şekilde uzanınca pencerede gördüğüm tek şey koca mavi bir gökyüzü. Çarpık binalar aşağıda, görüş açımın dışında kalıyor.
Pencerenin önünde küçük saksılarda üç küçük çiçek var, dışarıyı seyrediyorlar sanki. Bu çiçekler yapay olmalı, kaç kere unutup tekrar tekrar kontrol edip yapay olduklarını anladığımı hatırlıyorum. Birden içimden “çiçekler gerçek” diye bir söz, bir düşünce geçiyor. Nedense öyle görmeye karar verip inanıyorum buna. Çiçekler gerçek oluyorlar birden. Mavi gökyüzü önünde üç çiçek. Aşağıda, görüş açımın dışında çarpık çurpuk binalardan oluşan yapay bir şehir var biliyorum. Bunu biliyor olmak bile can sıkıcı. O yüzden “aşağıda öyle bir şehir yok” diyorum kendi kendime, ve birden koca şehir kayboluyor. Yerine kocaman bir deniz koyuyorum. Penceremden beş adım sonra başlayan bir deniz, uçsuz bucaksız.
Kanepede uzanıyorum, karşımda bir mavi pencere, önünde üç küçük çiçek. Aşağıda koca bir deniz var biliyorum.
Sonra neler koymadım ki o denizin yerine. Kırmızı çatılı evler, çiftlikler, panayırlar, mutlu insanlar, çocuklar. Herkes mutluydu. Benim dünyam bu. Uykuya dalmadan önce düşündüm: neden dışarı çıkayim ki?
Vakti geldiğinde penceremden süzülüp o mavi gökyüzünde başka diyarlara gideceğimi biliyorum ama. Tüm dünyamı da yanımda götürerek. Hem belki orda kanepede uyumam da gerekmez kırmızı çatılı evleri, panayırları, mutlu insanları görmek için.